7 Ocak 2016 Perşembe

AHMET HAMDİ TANPINAR KİMDİR VE ŞİİR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

AHMET HAMDİ TANPINAR KİMDİR VE ŞİİR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
AYŞE ÖZEN
TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ 2/A

Ahmet Hamdi TANPINAR (1901-1962) Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının şâir, hikâyeci, romancı, edebiyat tarihçisi ve denemecisidir. O, geniş yelpazede eserler vermiş bir sanatkârdır.
Şüphesiz onun en bariz vasfı, kendisinin de kabûl ettiği gibi şâir olmasıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirleri sayıca az olmakla birlikte, devrinin en güzel şiirlerinden olduğu gerçeği münekkitlerce belirtilmiştir. Tanpınar'ın şiirleri üzerine geniş bir incelemesi bulunan Mehmet KAPLAN bu konuda şunları söylemektedir: "Ahmet Hamdi Tanpınar, bütün hayatı boyunca 'güzel' ve 'mükemmel' şiirler yazmayı düşünmüş, sosyal fayda ve te'sîri mutlak surette reddetmiştir. Şiirlerinin estetik değer bakımından ebedî bir değer taşımasını istemişti. Şiir üzerinde ömür boyunca çalışmasına rağmen az eser yayınlamış olmasının sebebi budur. O, özlediği mükemmeliyete ulaşmak için şiirlerini bir elmas yontucusu gibi durmadan yontmuştur."[1]
Tanpınar on üç yaşında iken annesini Musul'da kaybeder. O yıllarda bu ölüm hâdisesinin Tanpınar üzerinde derin tesiri olur. Aynı acıyı, daha önce yaşamış olan Ahmet Hâşim'in Şiir-i Kamer'lerini okumaktadır. "Hâşim'in de ölen annesi için yazdığı bu şiirler, genç Ahmet Hamdi'yi, bir kader birliği ile devrin bu meşhûr şâirine bağlamıştır. Gençlik şiirlerinde Hâşim'in izleri bellidir."[2]
Paris'te uzun süre kalarak, yeni fikirlerle "Eve Dönen" Yahya Kemâl'in öğrencisi olan Tanpınar, ondan öğrendikleriyle şiir dilindeki titizliğe ve tarih görüşüne geniş ufuklar açmıştır. Yahya Kemâl'in Tanpınar üzerindeki etkisi hayatının sonuna kadar devam etmiştir.
1936'da Ankara'da yayımlanan Ağaç dergisi etrafında toplanan sanatkârların oluşturduğu çevrede Tanpınar, kendi şiirini bulur. "Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Kutsi Tecer'le beraber şiirin kapalı, derin ve mistik dünyasını keşfederler."[3]
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, şiirde hocası Yahya Kemâl'den ayrı bir tarafı vardır. Yahya Kemâl aşk ve tabiatla birlikte, tarihi de şiirine sokmuştur. Tanpınar ise, dil ve mısra mükemmelliğini aldığı Yahya Kemâl'in tarih görüşünü şiirlerinde değil, nesirlerinde gösterecektir. O, şiirinde daha çok gençlik yıllarında sevdiği Ahmet Hâşim'in izinden gidecektir. Yalnız bu izden bir defa uzaklaşarak Yahya Kemâl'in yolunu dener. O da "Bursa'da Zaman" şiiriyle olur. Tanpınar, bu şiirinde bütün bir tarih sevgisiyle vatan, musikî, mimarî, dîn gibi bize ait olan değerlerin aşk ve estetik duygularıyla çok güzel bir sentezini yapar. Bu tarzı da bir daha denemez. Mehmet Kaplan, onun bu çekingenliğini, Yahya Kemâl'i aşamamak korkusuna bağlar. Tanpınar, "Şiirimde anlatamadıklarımı romanlarımda anlatırım" der.

AHMET HAMDI TANPINARIN ŞİİR HANKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
Muhteva
Bu bölümde şâirin muhtevada tem olarak kullandığı unsurlar ile şiirde gaye ve mânâdan bahsedeceğiz.
Şiirde Gaye
Şüphesiz ki her sanatkâr meydana getirdiği veya getireceği eserlerinde bir gayeye ulaşmak ister. Tanpınar'ın şiirleriyle ulaşmak istediği gaye, güzellik ve mükemmelliktir. O, bunu amaçlarken şöyle söylemektedir: "Bugün sanat meseleleriyle yakından alâkadar olmuş, bir zekâ için artık münakaşasına imkân görülmeyen hakikatlerden biri de şiirin her türlü menfaat endişesinden uzak, gayesini yalnız kendinde bulan bir mükemmeliyet olmasıdır."[4]
Tanpınar, şiirde gayenin, bir fikrin veya ideolojinin borazanı olmaması gerektiğini savunur. İdeolojilerin emrinde olan bir şiir; kendi döneminde belki tutulabilir. Ama gelecek zamana, ebediyete ulaşamaz. Böyle şiirler gerçek şiir olamazlar. "Halbuki hakikî şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan beklenebilecek yegâne şey, bizde bediî alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî taraflarıyla gündelik endişeleriyle münasebettâr olmayan saf bir alâka uyandırmasıdır. Bu, belki anî bir cehtle kendini bulan ruhun, insandaki ezelî hakikatle temasından doğan bir konuşmadır; belki güzellik dediğimiz idealle bir lahza baş başa kalmanın verdiği mestîdir. Bu mânâda denebilir ki şiir ve alelumûm sanat, ferdin en mutlak ve hür sûrette kendini idrâk ettiği zirvedir."[5]
Tanpınar'a göre, Tanzimât'tan beri iki sanat zihniyeti memleketimizde karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi, asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsulüdür. Bu zihniyet ister ki sanat sadece güzellik peşinde koşsun, güzel denilen şeyi de şiirin kendi imkânları içinde arasın. Bu anlayış batıdan gelen cereyanlar ile beslenmiştir. İkinci zihniyet şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti olmasını, onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını atılmağa hazırlandığı büyük hedeflere hazırlamasını ister. Nâmık Kemâl, son devirlerinde Fikret, Âkif, Mehmet Emin, Nâzım Hikmet bu ikinci telakkînin idare ettiği şâirler olmuşlardır. "Bütün bu şiirler, bir tek noktada birleşirler: Günün ve hayatın emirlerini sanatın üstünde tutmak."[6]
Ancak Tanpınar, bu ikinci zihniyete itibar etmemiş, kendisi Ahmet Hâşim gibi "saf şiir" iklîminde gezinmiştir.
Şiirde Mânâ
Tanpınar, şiirde mânânın kapalı olmasından yana tavır koyan sanatkârlardan biridir. Onun şiirlerinde rüyânın, musikînin hayâllerin, zamanın ve diğer temlerin fazla muğlak kullanılması, şâirin ne anlatmak istediğini bulma yönünde okuyucuyu zorlamaktadır. Kullandığı imaj ve kelimeler zaman zaman okuyucuyu adetâ rüyâ hâline sokar, bu rüyâ hâlinden eşyaya ve tabiata baktırır. "Kelime, şiire üstündeki mânâyı, delâlet ettiği gizli ve âşikâr âlemi, yani yaşayan canlı bir kıymeti de beraberinde getirir. Bu suretle bu sanatta kendiliğinden mânâ denen bir hâl teşekkül eder."[7]
Her kelimenin yüklendiği mânâ, şiirdeki kullanılış biçimine göre değişmektedir. Muhteva, şekil, kafiye, vezin kelimenin şiir içindeki anlamına yön veren unsurlardır. "Kelime, şiire büsbütün başka hususiyetlerin için girer. O artık şiirde yalnız kâmusta falan veya filan mânâların sahibi olan kelime değil, bir hâlet-i rûhiyyenin malzemesini kendinde bulmuş olduğu bir sanat malzemesidir ki, içine gireceği terkipte kemiyeti ile beraber keyfiyetini de kullanacaktır. Âhengi, telkîn kudreti, ses şekli, rengi ile o, sanatın nizamında, kâh bir ham boya parçası, kâh renkli bir mozayik taşı ve kâh bir ses ve çok defa bütün bunların hepsi birden olacaktır."[8]
Tanpınar'a göre şiir, tesirini konuşma ve nesir gibi mânâ ve vuzûh ile yapmaz. Şiirde mânâ vardır, fakat bu mânâ nesrin ve konuşmanın mânâsı değildir; asıl kıymet de onda değil, şiirin manevî benliğini yapan havasındadır. Mânâ bu havaya, tıpkı ses ile melodi gibi refâkat eder. "Şiirdeki bu mânâ sadece söz veya nesirde ancak talî ve tezyinî bir kuvvet mahiyetinde kullanılan imajların bir birini takibinden ibarettir."[9] Ona göre, bütün kuvvetini mükemmeliyetini doğuran her şeyi sanatın lisânından alan bu havanın kelime ile, imajla olan münasebeti bir peyzajın veya bir odanın ışıkla olan münasebeti gibidir. Ufak bir ışık değişikliği eşyayı bir gölge, bir vehim, bazen bir korku hâline indirir, buûtları değiştirirse, bu hava da kelime ve imajların üzerine öylece tesir eder. "Şiir de böyledir. Onu yapan havayı kaldırınız, elinizde lûgata iâdesini bekleyen bir yığın kelime ile birkaç hayâl kırıntısı kalır. Asıl olan bu hava, sanatkârdaki rûhî vaziyetin lisâna naklinden başka bir şey değildir ve bunu yapan da sanatın nizamı ve sanatkârın çalışma kudretidir."[10]

Şekil
Tanpınar, şiirde şekle son derece önem veren bir şâirdir. Ona göre şekil ve muhteva, tâ şiirin başlangıcından itibaren herhangi bir ayrılığı kabul etmeyen bir tek mevcuttur. Şiir, bir şekil meselesidir. Tanpınar, hocası Yahya Kemâl'den şekil mükemmelliğini öğrenen adamdır. Kendisi de, onun gibi şiirler üzerinde uzun süre çalışmış ve az şiir yazmıştır. O, şeklin kendisini kısıtlamadığını, bilâkis bu oyuna riâyet etmekle daha mükemmele ulaştığını söyler. "Şekle inanıyorum, çünkü kurduğu zarûretler ve getirdiği zorluklarla o, bana, kendimi tahakkuk ettirmek imkânını veriyor. Onu ararken kendimi buluyorum. O beni ayıklıyor, temizliyor ve derinleştiriyor. O, benim hareket sahamdır, bu üç veya dört kıta içinde ben, muharebelerimi veriyor, zaferlerimi kazanıyor ve ricatlerimi idâre ediyorum. Ve her defasında çok esaslı bir şeyi, bir oyuna riâyet etmeyi öğreniyorum. Sözümü başkalarının sözünden ve sükûtumu başkalarının sükûtundan ayıran odur."[11]
Tanpınar'da şekil her şeyden evvel, dilin vezin ve kafiye ile yoğrulmasıdır. Vezin, kafiye ve şiire ait diğer unsurlar, sanatkârda yavaş yavaş şahsî bir teknik hâline gelirler. Böylece dile, sanatkârın kendi sesi, benliği, iç hayatı ve tecrübesi birlikte girer. Buna muvaffak olan şâir, mısra teşekkülünü sağlamış olur.
Tanpınar, şiirin şekli için vezin ve kafiyeye ihtiyaç olduğunu savunur. Şimdi form için gerekli olan vezin ve kafiye bahsine geçebiliriz.
Vezin
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerinde vezne büyük önem vermiş ve onun ses ve müzikalitesinden (musikîsi) büyük ölçüde faydalanmıştır. O, şiirlerinde vezin olarak heceyi tercîh etmiştir. Serbest vezinli şiirler de yazmıştır, ancak onlar, dikkate alınacak kadar yekûn teşkîl etmezler.
Tanpınar vezni, oyunun şartı olarak kabul eder. O, geleneğe bağlı bir şâirdir. Kendisini, şekillerin ve kâidelerin içinde daha emniyette hisseder. Böylece daha şahsî olacağı kanaatini taşır. "Bir veznin etrafında başlayan o ilk mısra, onun içimizde kımıldanışı, o veznin, yani sesin birden size ait bir 'rytme' oluşu, onu benimseyerek emrine girmeniz. Kafiyelerin tuttuğu ışıkta, onların uyandırdığı dikkatle adım adım yürüyüşünüz... Birden dilin içine düşersiniz. Her kelimeyi ayrı ayrı bulmak, ayırmak, bir biri ile kaynaştırmak lâzımdır. Yavaş yavaş kıtalar veya büyük ritm cümleleri başlar... Bu başlama, bu yürüyüş, bu bitişte şiirin sırrı teşekkül eder."[12]
Tanpınar, vezne karşı çıkan sanatkârları da eleştirir. Veznin, şâirin hareket alanını kısıtladığına da inanmaz. Ona göre vezin, ibdânın zarûretlerindendir, sanatın nizâmından vazgeçirtecek sebepler olamazlar. O, Orhan Veli ile başlayan "Garip" akımına da heves etmemiştir. Onları, şöyle eleştirmiştir: "Bugünkü şiirimizin bence en büyük meselesi, gençlerin vezni büsbütün bırakmış görünmeleridir. Şiir, bir milletin öz malıdır, hangi şekilde olursa olsun dilin çiçeğidir ve herkesin malı olan bir ölçü ister. Fransız ve İngiliz şiiri çok yenileşti, çok değişti. Fakat vezni ve klâsik mısra'ı büsbütün bırakmadı. Biz evvelâ aruzu bıraktık, sonra heceye sırt çevirdik, vezinsiz mi kalacağız."[13]
Gençlerin vezinsiz ve kafiyesiz şiire gitmelerinin yenilik ihtiyacından değil kolaylığa kaçmaları teşebbüsünden kaynaklandığını belirtir. Ona göre insan, oyunun şartlarını kabul ederek de yeni şiirler ortaya koyabilir. Tanpınar, aruz veznini şiirlerinde kullanmamıştır. Ancak hocası Yahya Kemâl'in, aruz vezni ile yazdığı güzel şiirleri her zaman beğenmiş, kendisi hece vezni ile aruz âhengini yakalamağa çalışmıştır. Bunda da başarılı olduğu söylenebilir. Yahya Kemâl'in aruzla şiir yazılmadığı dönemde başarılı olmasını ve sevilmesini ise şöyle anlatır: "Yahya Kemal'in halkımız ve münevverimiz tarafından o kadar sevilmesinin sebebi, sanatta ve düşüncesinde hâlis olmasıdır. O, gidilecek yolu, yapılacak şeyi en genç yaşında bulmuş ve bir daha bırakmamıştır. Bütün edebiyatımızda üstünde münakaşa edilemeyecek tek insan odur. Aruz kullanmasına gelince, sadece bütün bir devrin modasına karşı gelen bu ısrarı bile büyük bir kuvvettir. Aruz onun elinde millî bir vezin olmuştur."[14]
Hece vezni ile gerçekten güzel şiirler yazan Tanpınar'ı, talebesi Mehmet Kaplan, hececiler arasından bir tek ismin seçilmesi hâlinde yine onu, yani Tanpınar'ı seçeceğini bilhassa ifade etmiştir. Tanpınar'ın muassırı olan diğer büyük hece şâirleri ise Necip Fâzıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dranas ve Cahit Sıtkı Tarancı'dır.
Kafiye
Kafiye de vezin gibi, Tanpınar'da ritim ve musikî unsurudur. Şekle önem veren Tanpınar, vezinle birlikte kafiyenin de kullanılmasından yanadır. Şüphesiz o, şiirleri içerisinde kullandığı kafiyeleri, ilk yazdığı gibi bırakmamış, üzerinde uzun ve yorucu çalışmalar yapmıştır. Bu yüzden şiirine kafiye olan kelimelerin, iyi seçildikleri göze çarpmaktadır.
Bir evvelki vezin bahsinde belirttiğimiz gibi, Tanpınar için şiir, bir şekil meselesidir. O, bu konuda şunları söyler: "Şekil, her şeyden evvel dilin vezin ve kafiye ile yoğrulmasıdır. Vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik hâline gelirler.”[15]
O, Valery'nin şâirde kulağın daima uyanık bulunması tavsiyesine de katılır. Şiirlerindeki vezin ve kafiyeler, kulağa hoş gelir, adetâ musikî âhengi verirler. Tanpınar, şiirlerinde umumiyetle tam kafiyeleri kullanır, yarım ve zengin kafiyeler biraz daha az kullanılmıştır. Rediflerden de âhengi temin maksadıyla istifâde etmiştir. Şiirlerinde tok sesli kafiyeler fazlaca yer alır. O, kendi yaşadığı dönemde vezne ve kafiyeye lâkayt davrananları tasvip etmemiştir. Bunun sebebini, sanatkârların hürriyet aşkına bağlar. Bu tür sanatkârların şekil unsurlarının-bilhassa vezin ve kafiye-onları rahat hareket etmede kısıtladığına, esarette tutan bir zincir olduğuna da hak vermemiştir. Vezin ve kafiyenin muayyen şekillerinin ihmâli yüzünden dayanıksız eserler doğduğunu söyleyen Tanpınar; Valery'nin de şu cümlesini hatırlatmadan geçemez: "Her hayvan ölür. Fakat ölenler içinde iskeletsiz hayvanlar hem az yaşarlar hem de çok daha çabuk kaybolurlar."[16] Bu sözden de anlaşılacağı gibi o, şekilci bir şâirdir.
Dil ve Üslȗp
Dil
Şiirin en önemli malzemesi şüphesiz ki dildir. Her sanatkâr, içerisinde yaşadığı cemiyetin dilini kullanarak sanatını icrâ eder. Böylece hem dil yeni anlamlar kazanarak gelişirken, sanatkârda kendi varlığını ve sanatını dil yordamıyla ortaya koymuş olur.
Şiiri diğer güzel sanatlardan ayıran da, bu "dil"dir. Diğer sanatlar kendilerine has maddelerle icrâ edilirken, şiir doğrudan doğruya umuma ait olan ve onun ihtiyaçlarından doğan lisandan gücünü alır. Dilin en önemli vazifesi, insanlar arasında anlaşmayı sağlamasıdır. O, muayyen ihtiyaçlardan doğmuş, onların genişlemesiyle tekâmül etmiş bir vasıtadır. Tanpınar, dil hakkında şunları söyler: "Yalnız şiirdir ki yazıldığı lisânın malıdır. O lisânda okunmak şartıyla güzelliklerine sahiptir, vardır. Çünkü şiir dilin özüdür, kokusudur, lezzetidir, musikî kabiliyetidir, yahut bunlardan doğan hususî bir şekildir."[17]
Tercüme ile sevilen olmadığını belirten Tanpınar, bazı şâirlerin yaşadıkları devirlerde kendi dillerinin hudutları aşmalarını da, onların yazmış olduğu şiir dilinin tanınmasına bağlar. Ona göre en büyük dünya ölçüsü de, dilin kendi millî karakterini ortaya koymasıdır. "Bir milletin dili olmaktan daha büyük dünya ölçüsü yoktur"[18] der.
Tanpınar için şiir dili, plastik bir şeydir. O, şiir dilinin müzikalite sağlamasını, göze ve kulağa ait bütün unsurların form endişesiyle kullanılarak, plastik madde gibi yoğrulmasını, konuşma lisanından ayrılmasını ister.
Şiir, tek millî sanattır. Onun vasıtası da millî dildir. O, dilin önemini vurgularken yaşadığı memleketin dışında şöhret yapan tek şâirin bile olmadığını söyler. Hiçbir millet, büyük bir şâirini başka bir milletin yardımıyla tanımamıştır. Şiirde şöhret, yerinde teşekkül eder. "Şiir, bir iç kale sanatıdır. Çünkü dil, vasıta olarak değil, malzeme ve nesiç olarak kullanıldığı zaman milletin iç kalesidir. Böyle alınınca, bir milletin insanının, tarihinin, kültürünün ta kendisidir, köpüğüdür, çiçeğidir, tacıdır. Onunla yapılan sanat, bir iç kale sanatı olur. Zaferlerini yavaş yavaş oradan yapar. Şâirin Roma'sı kartallarını zamanla surlarının dışına çıkarır."[19]
Tanpınar'a göre, bize dilimizin kapısını açan Yahya Kemâl'dir. Kendisi de onun izinden yürümüş ve dilde mükemmeliyete gitmiştir. Nâzım Hikmet'in de Yahya Kemâl'den sonra en dikkate değer dil makinesini kuranlardan birisi olduğunu söyleyerek ihmal edilmemesi gerektiğini savunur.
Devrinde gençlerin iki büyük maden bulduğunu, bunların halkın dili ve halkın kendisi olduğunu söyleyen şâir, bu gençlerin şiiri ve sanatı ihmal ettiklerini ifade eder.
Dilin en mühim unsuru kelimelerdir. Bir dilin kelime sayısının fazlalığı o dilin işlenmişliğini ve zenginliğini gösterirken; şâirlerin kelime kadrolarının zengin olması da onların değerini artıran kıymet hükümleridir. Tanpınar, kelimeler konusunda: "Hiç kimse başı veya sonu şöyle olan kelimeler şiire giremez dediği gibi, bunun için umumî istatistik de yapılmamıştır. Fakat bu, hemen her lisânda, sanatın nizamında yer almamış binlerce kelimenin mevcûdiyetini men etmez... Kelime, şiire büsbütün başka hususiyetleri için girer. O, artık şiirde yalnız kâmusta mevcut falan veya filan mânâların sahibi olan kelime değil, bir hâlet-i rûhiyenin malzemesini kendinde bulmuş olduğu bir sanat malzemesidir."[20]
Şiirin malzemesi dil olduğu için, hudutları diğer sanatlara göre daha dardır. Bu yüzden sanatkâr, en iyiyi ortaya koymak için kelimelerle daha çok mücadele etmek zorundadır. İşte bu cehdi gösteren Tanpınar da, Yahya Kemâl gibi, "Türkçe ağzımda annemin sütü gibidir" düstûrundan hareketle, kelimeler üzerinde kuyumcu titizliğiyle durmuş, iyi işlenmiş bir şiir dili oluşturmuştur.
Üslȗp
Tanpınar, şiirlerinden de anlaşılacağı üzere üslûpçu bir şâirdir. O, şiirlerinin mükemmel olmasını istemiş ve onlar üzerinde yorucu çalışmalarda bulunmuştur.
Tanpınar'ın üslûp özelliklerinden biri, -ve en önemlisi- göz önünde renkli bir tablo veya hayal âlemi vücûda getirerek bunların müşahhaslık kazanmalarıdır. O, bunu yaparken musikînin ve rüyânın etkileyici gücünden yararlanır. Şâir, gençlik şiirlerinde santimantal ve hüzünlü bir atmosfer altında kalır. Bunun sebebi kuvvetle tesiri altında kaldığı Ahmet Hâşim ve çok sevdiği annesinin ölümüdür. Mehmet Kaplan, bu dönem şiirleri için şu yorumda bulunur: "Şâir, Mütâreke devrinin mahsûlü olan şiirlerinde, dış âlemi de, benimsediği santimantal hassasiyet tarzının arkasından seyreder. Antalya'nın ithâf ettiği 'Sonbahar' şiirinde tam bir santimantalizm hakimdir."[21]
Tanpınar'da ölüm, sanat, kadın, ebediyet, rüyâ, musikî bir birleriyle alâkalı olarak onun eserlerinde iç içe yerleşmiş ve mühim bir yer tutmuştur.
Tanpınar, gençlik şiirlerinden sonraki dönemde dış dünyayı dışarıdan seyretmiş ve eserlerinde onun kendisi üzerinde bıraktığı intibâları anlatmıştır. Merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın dediği gibi, "Valery'nin şiirine esas itibariyle hareket, Tanpınar'ınkine ise seyir ve temâşâ (contemplation) hâkimdir."[22]
Tanpınar'ı, ilk şiirlerine hâkim olan aşırı duyarlılıktan (sensualite) kurtaran, Valery'nin tesiriyle, kendisinde bulduğu yeni estetik zevk olmuştur. Böylece şâir, hem dış tabiata hem de iç âlemine daha objektif bakmış ve 'pittoresk' bir anlayışa yönelmiştir. Mehmet Kaplan, bu anlayıştan yola çıkarak onun şiirlerini üç bölümde tasnif etmiştir:[23]
Dış âlemi tâsvir eden şiirler
Tanpınar'da tam mânâsıyla 'parnesyen' denilebilecek objektif şiir yoktur. Bu devreden objektif tabloya en çok yaklaşan şiir, 'Sabah' şiiridir. Burada resim ve heykele yaklaşan bir plâstiklik ve objektiflik vardır. Şairin Şiirler isimli kitabında sadece göze hitap eden şiirler daha fazladır. "Uyanma", "Deniz Ufkunda", "Sabaha Karşı", "Gezinti", "Her Şey Yerli Yerinde", "Mavi Mavi İdi Gökyüzü", "Bursa'da Zaman", "Deniz", "Akşam" şiirleri dış âleme ait varlık veya manzaraları tasvîr etmeleri bakımından bu gruba dâhil edilebilirler. Fakat şâir, bunlarda da objeleri imajlar vasıtasıyla değiştirmek suretiyle sembolik hâle sokar.
Tanpınar'ın ruhu, bütün şiirlerinde, rüyâlarında ve hayâllerinde dahi dış âlemde, geniş mekânda yaşar. Şâir, nadir olarak kapalı mekân tasvîri yapar.
Ruh hâllerini imajlar ve sembollerle anlatan şiirler
Bu bölüme giren şiirlere en güzel örnek 'Gül' şiiridir. Baştan sona gülün şâirde uyandırdığı imajlardan mürekkeptir. Burada her imaj, gülü bir duygu veya düşüncenin sembolü hâline koyar. 'Raks' şiiri de baştan sona raksı değiştiren, onun mânâsını araştıran ve ifade eden imajlarla doludur. Tanpınar'ın hemen hemen bütün şiirlerinde, dış âleme ait objeler, mâhiyet ve mânâ değiştirirler.
Serbest imajlara dayanan şiirler
Tanpınar, Antalya Lisesi'ndeki genç kıza gönderdiği mektubunda estetiğini "musikî ve rüyâ" formülü ile özetlemiştir. "Rüyâ" kelimesine, hem dış hem de iç âleme ait imajlar; "musikî"ye de her ân değişme mânâsını vermek şartıyla çeşitli duygu ve hayâlleri çağrıştırması onun önemli özelliğinden biri olmuştur.
Tanpınar, tabiatın sır dolu havasını görüntüler arasında vermek suretiyle izlenimcilere ve sembolistlere yaklaşmıştır. O, kapalı âlemler şeklinde yazmak istediği şiirinde sayısız mecazlara, semboller ve soyutlamalara yer verir. Daha çok siyah-beyaz tezadı üzerine kurulu bir resim görüşü ile tablolar yapmıştır. Söz gelişi: Sessizlik kavramı, "Güvercin Bakışlı" şeklinde anılmış; zaman ise "Bir yavru kuş gibi kayalardan doğmuş, bir rüyâdan kapmış gibi bembeyaz, veya "Billûr bir âvize" hâlinde tasarlanmıştır. Ayrıca tutuşmuş mercan rüyâsı, güvercin kanadının köpükten yapısı, kanlar içinde çırpınan güneş, yıldız kervanı, gül yangını, mücevher kanatlı kuşlar gibi renkli imajlar onda çokça bulunmaktadır.
Tanpınar, mısraya çok önem vermiş, Valery'yi bu konuda örnek almış ve bu konuda "Bir mısra tek başına bütün bir cihan olması lâzım gelen şeydir"[24] demiştir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, Tanpınar, üslûba büyük önem vermiş bir sanatkârdır. O, her şiirinde değişik imaj ve semboller kullanarak okuyucuya güzel şiirler sunabilmiş ender sanatkârlardandır. Şekle önem vermesi, dil güzelliğini araması, muhtevayı iyi seçmesi onun üslûbunun başlıca özelliğini verir. Onun üslûpçu olmasının ardında, şüphesiz Batı'dan gelen tesirler de vardır.[25]

                      
SONUÇ
Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet Devri Türk şiirine damgasına vurmuş sanatkârlardandır. O, sadece şâir olarak değil, hikâyeci, romancı, denemeci, edebiyat araştırıcısı olarak da güzel eserler ortaya koymuştur.
Şiirlerini -son şiirlerini saymazsak- hece vezni ile yazmış ve bunda da kanaâtimizce başarılı olmuştur. Şekle ve şiir diline önem veren Bursa'da Zaman şâiri, bu anlayışını sonuna kadar devam ettirmiş ve edebiyat tarihimize iyi işlenmiş, pittoresk şiirler hediye etmiştir.
O, şiiri bir gâyeye, amaca, politik ve ideolojik fikirlere âlet etmemiş, güzelliği şiirin kendi bünyesinde aramıştır. Bu anlayışı ile o, "saf şiir" peşinde olan Ahmet Hâşim'e yaklaşmıştır. Çocukluğundan itibaren tesiri altında kaldığı bu şâir, onda santimantal bir hava yaratmıştır.
Tanpınar'ın şiir estetiğini "rüyâ ve musikî" oluşturur. O, şiirlerinde her hangi bir duygu ve düşünceyi, rüyâ ve musikî vasıtasıyla gün ışığına çıkarır.
Şiirlerinin güzel ve mükemmel olmasını isteyen Tanpınar, sosyal fayda ve tesiri de mutlak surette reddetmiştir. Tabiat, onun şiirlerinde karşısına geçilip seyredilen bir obje mâhiyetini almıştır. Bu anlayışı ile o, emprestyonistlere yaklaşır.
Tanpınar, şiirlerinde anlatamadığı duygu ve düşüncelerini romanlarında anlatmıştır. Onun şiirlerinde olduğu kadar, romanlarında da resme has tasvîrler vardır. Özellikle 'Huzur' bu meyanda ele alınabilecek bir romandır. Romanın kahramanı Mümtaz, Ahmet Hamdi'yi temsil etmektedir.
Tanpınar, şiirlerine ve romanlarına kendi hayatından parçalar sıkıştırmıştır. Ancak bunları yaparken, onlar üzerinde değişiklikler de yapmaktan kaçınmamıştır.
Kaplan'ın deyişiyle o, hece şâirlerinin yıldızlarından biri, belki de birincisidir.







KAYNAKÇA
Kabaklı, Ahmet (1990), Türk Edebiyatı, C. III, T.E.V. Yay., İstanbul.
Kaplan, Mehmet (1994), Şiir Tahlilleri II, Dergâh yay., İstanbul.
Kaplan, Mehmet (1982), Tanpınar'ın Şiir Dünyası, Dergâh yay., İstanbul.
Okay, Orhan (1991), Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ Yay., Ankara.
Okay, Orhan (1990), Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yay., İstanbul.
Oktay, Ahmet (1993), Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923-1950), Kültür Bak. Yay., Ankara.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1988), 19'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kit., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1989), Bütün Şiirleri, Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1995), Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1992), Tanpınar'ın Mektupları, (Haz. Zeynep Kerman), Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1995), Yahya Kemal, Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1996), Yaşadığım Gibi, (Haz. Birol Emil), Dergâh Yay., İstanbul.



[1] Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, s.237.
[2] Orhan Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, s.216.
[3]A.g.e., s.216.
[4] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,s.13.
[5] A.g.e., s.14.
[6] A.g.e., s.27.
[7] A.g.e., s.14.
[8] A.g.e.
[9] A.g.e., s.19.
[10] A.g.e., s.20
[11] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.26.
[12] Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.316.
[13] A.g.e. , s.312-313
[14] A.g.e. , s.298
[15] Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, S.259.
[16] Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, C.3 s.508
[17] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.38.
[18] A.g.e. s.41.
[19] A.g.e. s.40.
[20] A.g.e. s.18
[21] Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, s.30.
[22] A.g.e. s.94
[23] Bkz. Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası
[24] Bkz. Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası

[25] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.336.

FUZULİ-LEYLA İLE MECNUN

                                                       FUZULİ-LEYLA İLE MECNUN
                                                                 KÜBRA DİLSİZ
                                                        TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ


          BİRİNCİ BÖLÜM : KONUSU VE HAKKINDA GENEL BİLGİLER
    Önce Arap Halk Edebiyatında ortaya çıkan daha sonra yazıya geçerek mesnevilerin konusu haline gelen, Fars ve Türk Edebiyatı’nda da çok sık işlenen,16.yy itibaren Türk Halk Edebiyatının anonim halk hikayelerini de etkileyerek anonim bir halk hikayesine dönüşen meşhur bir aşk hikayesidir.
   Bu hikaye Arap Edebiyatı’nda ortaya çıkmasına rağmen Fars, Türk ve Urdu [1] Edebiyatı’nda daha çok sevilmiş ve üzerinde eserler oluşturulmuş, pek çok mesnevisi de yazılmış bir öykü olmuştur. ‘’ Urdu yazarları tarafından Arapça kaynaklardan ziyade Farsça’ dan aktarılan ve çeşitli şekillerde yön verilen hikaye Hint alt kıtasının adet, gelenek ve kültürünün etkisi altında kalmıştır. ‘’ [2] Arap Edebiyatı’nda gerçekten de yaşanmış bir aşk öyküsünden ortaya çıktığı sanılan bu hikayeye dair yazılan ilk mesnevilerden belki de ilki olan Nizami’nin yazdığı Leyla ile Mecnun mesnevisi ile Fuzuli’nin yazmış olduğu Leyla ile Mecnun mesnevisi yazılan mesneviler içinde en güzel olanlarıdır.
    Dünyevi bir aşkı anlatan bu hikaye Fars ve Türk Edebiyatının usta kalemleri içinde ‘’Bedensel istek ve dünyevi arzuları aşıp Tanrı’ya ulaşmayı konu edinen’’ tasavvufi bir aşk hikayesine dönüşmüştür. Leyla ile Mecnun hikayesini ilahi aşka ulaşmak şekline dönüştüren ‘’mesnevilerde tematik olarak kahramanların beşeri aşktan, ilahi aşka yönelişleri tasavvufi bir platformda ele alınır. Fuzuli’nin eserinde de Leyla ile Mecnun’un şahsında ele alınan aşk teması, belli bir şuurla tasavvufi çizgiye taşımıştır. [3]
    Leyla ile Mecnun’un aşkına ve gerçek hayatlarına dair rivayetlere göre böylesi bir olay hicretin birinci yılında Arabistan yarımadasında yaşanmıştır. ‘’ Kays ile Leyla’nın ailesi ve kabilesi Necid’ de çadırda yaşarlar. Kays ile Leyla çölde hayvan otlatırlarken birbirlerini severler. Bu sevdanın duyulması üzerine Leyla’yı Kays’ a göstermezler ve Kays için ıstıraplı bir hayat başlar . Zaman geçtikçe Kays’  ın Leyla’ya olan sevgisi daha da artar ve Kays aklını kaybeder. Aklını yitirmesi ile Mecnun lakabını alan Kays, bilinmez bir halde çölde hayvanlarla yaşamaya başlar. Onu iyileştirmek için ailesinin her girişimi sonuçsuz kalır. Leyla Mecnun’a  olan aşkına daha fazla katlanamaz ve ıstırap içinde ölür. Mecnun ‘da onun için ağıtlar yakıp aşkının acısını terennüm ederek çöllerde dolaşmaya devam eder. Nihayet bir gün çölde ölüsü bulunur. [4]

Leyla ile Mecnun hikayesi, ‘’ Arap Edebiyatında 10.yy dan itibaren ortaya çıkmış; Mecnun’a atfedilen şiirler, aralarına katılan mensur parçalarla birbirine bağlanarak, bir hikaye haline getirilerek türlü adlar altında toplanmıştır. ‘’ [5]
     Leyla ile Mecnun üzerinde ilk önemli eser Nizami’ye aittir. [6] Leyla ile Mecnun İran’da 10.yy sonralarında Kitab’ül Agani ile yayılmış, Genceli Nizami bu basit hikayeyi kurgulayarak olanlı bir hikaye şekline getirip Leyla ile Mecnun’un ilk mesnevisini kaleme almıştır. [7]Dolayısıyla yazılan tüm Leyla ile Mecnun mesnevilerinin Menbai Nizami’dir.
     Pek çok şair tarafından yazılan ve aynı temayı işleyen eserler içinde Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun mesnevisi şairlik yönü, üslubu, ustalığı, anlatım zerafeti, lirizm ve sehli mümteni yönlerinden bir şah eser kabul edilir.
    Ali Şi’r Nevai, Edirneli Şahidi, Bihişti, Hamdullah Hamdi Ahmet Rıdvan ,Kadimi ve Celili ve Tebrizli Hakini Fuzuli’den önce Leyla vü Mecnun temasını işleyen diğer Türk şairleridir. Fuzuli ‘den sonra ise Larendeli  Hamdi , Salip, Halife, Atayi, Fa’izi , Örfi, Andelip ve Nakam bu hikayeyi işlemiş olan Türk şairleridir.

        İKİNCİ BÖLÜM : LEYLA İLE MECNUN MESNEVİSİ’NİN GENEL ÖZELLİKLERİ
    Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun mesnevisinin ‘’mef’ülü mefailün feülün ‘’ kalıbıyla yazılmıştır. Eserin yazılma tarihi 1535 ‘tir. Fuzuli bu eserini Bağdat valisi Üveys Paşa’ya takdim etmiştir. [8] Eser 3096 beyitten meydana gelmiştir. Eserin dibacesi mensur olarak yazılmıştır. Şair eseri muhtelif yerlerine gazeller ve murabbalarla serpiştirmiştir.
    Eser klasik mesnevi tertibinde yazılmıştır. Eser mensur bir giriş ile (dibace-girizgah-önsöz) başlar. Tevhid, münacat , mi’raciye, na’t, sakiname Kanuni Sultan Süleyman’a methiye , sebeb-i te’lif gibi bölümlerden sonra eserin asıl bölümüne geçilir. ‘’ Asıl vakanın nakline 436.beyitten itibaren geçer. Buradan itibaren 3 ana bölüm halinde mütalaa edilecek eser, 26 metin halkası üzerine kurulmuştur. Birbirine ustalıkla bağlanan bu metin halkaları asıl vakayı teşkil eder. Fuzuli bunlara bazı çerçeve vak’ayı teşkil eder. Bunlardan bazıları; Zeyd ile Zeyneb’in aşkı, Leyla’nın İbn-i Selama anlattığı peri masalı; İbn-i Selamın Mecnun’un bedduaları sonucunda ölmesi eserin sonunda yer alan Zeyd ‘in rüyası olarak sıralanabilir.[9]
       Eser de yer yer gazeller ve murabbalar da bulunur. ‘’Fuzuli, eserinin yazılış sebebini anlatırken İstanbullu birtakım şairlerin kendisinden bir Leyla ile Mecnun hikayesi yazmasını istediklerinde bunu bir imtihan olarak kabul ettiğini ve eserini kısa zamanda yazıp bitirdiğini söyler.
                                                     
      Fuzuli’nin bahsettiği şairler Kanuni’nin Bağdat seferine katılan Taşlıca Yahya Bey, Hayali Bey , Celalzade Mustafa Çelebi ve Üsküdarlı Aşki’ dir. ‘’[10] Bilindiği gibi Taşlıca Yahya bu sefere görevli olarak katılmış, Hayali ise Kanuni ve Pargalı İbrahim’in o yılların gözde şairidir.
     Fuzuli Leyla ile Mecnun’un klasik olay örgüsüne ve bilenen kurgusu ile ve mesnevi şeklinde ama dini –tasavvufi bir karakterle işlemiştir. ‘’Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’u edebiyatımızdaki en önemli lirik yapılardan biri olarak kabul edilmektedir. Şair yapıtının ilk bölümlerinde aşkın yürekte açtığı derin üzüntü halini aşıkların birbirine kavuşma isteği, aşk uğruna yapılan mücadeleryi ve tutkuyu dile getirmiştir. Ancak yapıtın ilerleyen bölümlerinde sevgiliye ulaşamamanın verdiği acının insan-ı kamile( olgun insan)giden yoldaki seyri sistemsel bir biçimde okuyucuya aktarılmıştır. Bu sürecin son basamağı da aşk ateşiyle eriyip ilahi birliğe yani Tanrı’ya kavuşmak olacaktır. ‘’
    Fuzuli, Leyla vü Mecnun’u yazarken Fars şiirinde Nizami, Hüsrev-i Dihlevi , Abdurrahman-ı Cami ,Hilali, Hatifi , Mektebi ve Süheyli gibi büyük sanatkarlarca işlenen metinlerinden yararlanmıştır. Pek çok araştırmacı Fuzuli’nin bu eserini yazarken en çok Nizami ve Hatifi’ nin eserlerinden etkilendiği üslup bakımından da bu iki şairin üslubunu  tesiri altında bu eserini yazdığı görüşündedir. Hamdullah Hamdi’nin de bir nebze de olsa Fuzuli’yi etkilemiş olabileceği düşünülebilmektedir.

         ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : LEYLA İLE MECNUN’UN ÖNEMİ
    Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun adlı eseri hep doruklarda kalmış bir şah eser olarak görülmüş ve Türk insanın gönlünde büyük bir yer tutmuştur.
 





[1] Hanif Fauq,LEYLA ve MECNUN,cilt 27;s:162
[2] Hanif Fuaq,LEYLA ve MECNUN;cilt 27;s:162
[3] Ensar KILIÇ,Fuzuli;Yaşamı,En Güzel Şiirleri,Edebi kişiliği ve Eserleri,http://simitcay.com/2013/03/22/fuzuli
[4] Pervin ÇAPAN,FUZULİ’NİN LEYLA VÜ MECNUN’UNDA TEMATİK OLARAK AŞK,http://www.turkishstudies.net/Makaleler
[5] DURMUŞ, İsmail(2003),’’Leyla ve Mecnun ‘’,İslam Ansiklopedisi, C.27,TDV,Ankara
[6] Pervin ÇAPAN,FUZULİ’NİN LEYLA VÜ MECNUN’UNDA TEMATİK OLARAK AŞK ,http://www.turkishstudies.net/Makaleler
[7] Agah Sırrı Levend, Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leyla ve Mecnun Hikayesi,s.6-7
[8] Pervin ÇAPAN, agy.s.3 (pdf)
[9] İskender Pala, LEYLA vü MECNUN,TDV İA,cilt:27 ;s.163
[10] PERVİN ÇAPAN,agy.s.4 (pdf)

İSTANBUL TÜRKÇESİ'NİN ÖNEMİ

İSTANBUL TÜRKÇESİ’NİN ÖNEMİ
MELEK GÜLMEZ TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ 2-A

BİRİNCİ BÖLÜM: İSTANBUL TÜRKÇESİ’NİN YAPISI VE DEĞİŞİMLERİ

TürkçeTürk dili ya da Türkiye Türkçesi, batıda Balkanlar’dan başlayıp doğuda Hazar Denizi sahasına kadar konuşulan Altay dillerinden biridir. Yaşı, en eski hesaplara göre 8500 olan Türkçe, bugün yaşayan Dünya dilleri arasında en eski yazılı belgelere sahip olan dildir. Bu belgeler, çivi yazılı Sümerce tabletlerdeki alıntı kelimelerdir.[1] Türk yazı dilleri içinde Oğuz sahası yazı dillerinden Osmanlı Türkçesinin devamını oluşturur. Başta Türkiye olmak üzere eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında konuşulan Türkçe, dünyada en fazla konuşulan 5. dildir. Türkçe sondan eklemeli bir dildir.[2] Bundan ötürü kullanılan herhangi bir eylem üzerinden istenildiği kadar sözcük türetilebilir.[3] Türkiye Türkçesi bu yönünden dolayı diğer Türk dilleriyle ortak ya da ayrık bulunan onlarca eke sahiptir.[4] Türkçe çok geniş kullanımıyla birlikte zengin bir dil olmasının yanı sıra, genel itibarıyla “özne-nesne-yüklem” biçimindeki cümle kuruluşuna sahiptir.
Türkiye Türkçesi, batıdan doğuya doğru Balkanlar, Ege Adaları, Anadolu Kıbrıs Adası Orta Doğu olmak üzere Avrupa ve Asya kıtalarında yazı dili ve çeşitli ağızlarıyla konuşulmaktadır. Aynı grupta yer aldığı diğer Oğuz grubu yazı dili de bu sahanın doğu güneyinde Kafkaslar, Azerbaycan, İran, Hazar Denizi ‘ nin güneydoğusunda konuşulmaktadır.
“İstanbul ağzı”, Türkiye Türkçesi yazı dilinin kaynağı olarak kabul edilir; yazı dili bu ağız temelinde oluşmuştur. Anadolu Ağızlarında ve Türk yazı dillerinin bazılarında bulunan "açık e" (/ǝ/), "hırıltılı h" (/h/) ve "ön damaksıl n" (/n/) sesleri, İstanbul ağzı dolayısıyla yazı dilinde de yoktur. Ayrıca yine diğer Türk lehçe ve ağızlarında bulunan /q/, /w/ gibi fonemler de bulunmaz.[5]
Türk dillerinde zaman içinde değişen belli başlı sesler vardır. İlk Türkçeden bu yana değişimi olağan olan evrimler olduğu gibi, değişimi olağan olmayanları da vardır.
Eski Türkçede ilk ve son sesteki -b- ve -b sesleri -w- ve -w seslerine dönüşür. Buna bir örnek: eb (Göktürkçe) → ew (Uygurca → ev (Oğuzca) Ayrıca burada görüldüğü gibi, -b sesinden gelen -w sesleri zamanla -v seslerine dönüşebilir. Baştaki b- sesleri w- sesine dönüşmez.
Türkçedeki en büyük ses değişimlerinden biri d>y değişimidir. Eski Türkçede bulunan neredeyse bütün -d- ve -d sesleri, -y- ve -y seslerine dönüşmüştür, buna rağmen d- sesleri kalmıştır. Bu değişme birçok Türk diyalektinde gerçekleşmiştir. Buna örnek: édgü (Eski Türkçe) → éyü → iyi, adrı (Eski Türkçe) → ayrı (Oğuzca)
Türkiye Türkçesinde ŋ>n dönüşümü vardır. Ancak bu dönüşüm yalnızca Batı Türkçeleri içindir. Balkan Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkiye Türkçesi ve diğer batı lehçeler dışında /ŋ/ sesleri korunmuştur ve hâlâ kullanılmaktadır. (örneğin: geliniz (Türkiye Türkçesi), geliŋiz Türkmence) Bu evrime örnekler: biŋ- → bin-, soŋ → son, beŋiz → beniz... Aynı zamanda, yine batı lehçeleri için olan ŋ>m dönüşümü vardır, ancak bu evrim asla kökte olmaz. her zaman türemiş veya birleşik sözcüklerde olur. Örneğin: koŋşu → komşu, toŋuz → domuz, köŋlek → gömlek
Türkiye Türkçesinde é>i, i>é, é>e, e>i sesleri birbirine dönüşür. Bu üç ses arasında en açık olanı /é/ (/ɛ/), en kapalı olanı ise /i/ (/i/) Bu dönüşümlerden e>i dönüşümü direkt değildir. Yani ses direkt e>i biçiminde olmaz. Buradaki /e/ sesi önce /é/ daha sonra /i/ sesine dönüşür. Ancak bu evrim çok hızlı olduğundan yazılı kaynaklarda belirtilmez. Bu yüzden böyle geçer. Bu evrime örnekler: éyi → iyi; bir- → ver-; béş → beş; eşit- → işit-
Türkiye Türkçesinde k- sesleri g- seslerine dönüşür. Örneğin: kel- → gel- , kit- → git- , kök → gök[66]
Türkiye Türkçesinde t- sesleri d- seslerine dönüşür. Örneğin: tag → dağ, til → dil, tök- → dök-
Türkiye Türkçesinde b- sesleri v- seslerine dönüşür. Örneğin: bar- → var, bir- → vir- → ver- , bar → var
Türkiye Türkçesinde b- sesleri p- seslerine dönüşür. Örneğin: barmak → parmak, büre → pire, buŋar → pınar
Türkiye Türkçesinde -g sesleri -ğ seslerine, sonra -v seslerine dönüşür. Örneğin: kog- → koğ- kov-, tög- → döğ- → döv-
Türkiye Türkçesinde ü sesleri i seslerine dönüşür. Örneğin: düz- → diz- , büre → pire[66]
Türkiye Türkçesinde o sesleri u seslerine dönüşür. Örneğin: oyan- → uyan- , yokaru → yukarı, bodun → budun → buyun
Türkiye Türkçesinde ö sesleri ü seslerine dönüşür. Örneğin: közel → güzel, kökerçin → güvercin
Türkiye Türkçesinde ü sesleri e seslerine dönüşür. Örneğin: törü → töre, töpü → tepe

İKİNCİ BÖLÜM : KULLANILIŞINA İLİŞKİN ÖRNEKLER VE FARKLI AĞIZLAR
AĞIZ BÖLGELERİ : Türkiye Türkçesi, tarihî Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında günümüzde konuşulmaya devam eden Türk ağızları bakımından bazı gruplara ayrılır. Söz konusu gruplandırma için Anadolu ve Rumeli ağız bölgelerinden söz edilir.
ANADOLU AĞIZ BÖLGESİ : Türkiye Türkçesinin kollarından Anadolu kolu ana ağız grupları bakımından Doğu Grubu, Kuzeydoğu Grubu ve Batı Grubu olarak üçe ayrılır. [6]Prof. Dr. Leylâ Karahan'ın Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması adlı çalışması Anadolu ağızları üzerine yapılmış en geniş akademik çalışmadır.
Anadolu ağız bölgesi, Türkiye’nin Anadolu topraklarını içerir. [7] İlk aşamada sınır bu şekilde belirtilmiş ve incelenmiştir.
DOĞU GRUBU
1.Grup : VanMuşBitlisBingölSiirtDiyarbakırMardinHakkâriUrfa (BirecikHalfeti hariç Palu Karakoçanağızları.
2. Grup: Kars (Ardahan, Posof hariç), ErzurumAşkaleOvacıkNarmanPasinlerHorasanHınısTekmanKarayazı,ErzincanTercanÇayırlıKemahRefahiyeGümüşhane ağızları.
3.Grup: ArdahanPosof , ArtvinŞavşatYusufeliArdanuçOltuTortumOlurŞenkayaİspir ağızları.
4. Grup: Kemaliyeİliç (Erzurum), ElazığKebanBaskilAğınHarputTunceli ağızları.
KUZEYDOĞU GRUBU
1. Grup: TrabzonRizeKalkandereİkizdereGündoğduBüyükköy ağızları[8]
2. Grup: ÇayeliÇamlıhemşinPazarArdeşenFındıklı ağızları
3.Grup: ArhaviHopaBorçkaKemalpaşaMuratlıOrtacalarGöktaşCamiliMeydancıkOrtaköy ağızları.
BATI GRUBU
2. Grup: İzmirSakarya ağızları.
3.Grup: Bolu (GöynükMudurnuSebenKıbrısçık hariç), ZonguldakBartınKastamonu (Tosya hariç), OvacıkEskipazarağızları.
5.Grup: Sinop (Boyabat hariç), Samsun (HavzaLadik hariç), Ordu (Mesudiye hariç), Giresun (Şebinkarahisar ve Alucrahariç), Şalpazarı ağızları.
6.Grup: HavzaLadikAmasyaTokatSivas (Şarkışla ve Gemerek hariç), MesudiyeŞebinkarahisarAlucraMalatya, HekimhanArapkir ağızları.
7. Grup: TarsusEreğliKonya merkez ilçesinin bazı köyleri, AdanaHatayKahramanmaraşGaziantepAdıyaman,DarendeAkçadağDoğanşehirBirecikHalfeti ağızları.
8.Grup: AnkaraHaymanaBalâŞereflikoçhisarÇubukKırıkkaleKeskinKalecikKızılırmakÇorum (merkez ilçe ile güneyindeki ilçeler), KırşehirNevşehirNiğdeKayseriŞarkışlaGemerekYozgat ağızları.
9. Grup: Konya (merkez ilçesinin bazı yöreleri ve Ereğli hariç), İçel (Tarsus hariç) ağızları.
RUMELİ AĞIZ BÖLGESİ
Türkiye Türkçesinin kollarından Rumeli kolu ana ağız grupları bakımından Doğu Rumeli ve Batı Rumeli olarak ikiye ayrılır.[10]Ayrıca bu ağız yörelere göre  Gagavuzca ile benzer ve aynı özellikler taşımaktadır.
BATI RUMELİ
Batı Rumeli kolunun özellikleri Gyula Németh’in “Bulgaristan Türk Ağızlarının Sınıflandırılması Üzerine” adlı makalesinde, 8 maddede gösterilmiştir. Sonrasında birçok çalışmada da bu madde açıklaması benimsenmiş, uygulanmıştır. Batı Rumeli sahasının coğrafi sınırları Bulgaristan’da Tuna’nın hemen güneyindeki Lom’dan doğuya doğru VraçaSofyaSamokov’daki doğuya doğru ilerleyip Köstendil’e uzanır. Ayrıca MakedonyaArnavutlukBosna-Hersek ve Sırbistan'da Adakale'yi uç olarak kapsar. Kosova da Batı Rumeli Türkçesinin içinde yer alır.
DOĞU RUMELİ
Batı Rumeli’nin doğusunda kalan bütün alandır. Bulgaristan’da LomVraçaSofyaSamokov ve Köstendil şehirlerinin doğusundan itibaren ülkenin tamamı, YunanistanMakedonya’nın güney kesimleri ve Türkiye’nin Trakya’sı (Doğu Trakya) bu sahanın içindedir.[11]
      
         
   ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslaşma sürecini tamamlayan Türk Devrimi'nin ya da Atatürk devrimlerinin en önemli basamaklarından ilki, Cumhuriyet'in kuruluşundan 5 yıl sonra yapılan harf devrimi, ikincisi de Cumhuriyet'in kuruluşundan 9 yıl sonra yapılan Dil Devrimi' dir. Dil Devrimi kısaca, Türkçe ile düşünmeyi, Türkçenin bütün bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlayan eylemdir. Dil bilimci Kâmile İmer  "Dil Devrimi nedir?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: ‘’Dili daha çok yerli öğelerin egemen olduğu bir kültür dili durumuna getirmek amacıyla yapılan ve devletin desteğini kazanmış olan ulus çapındaki dili geliştirme eylemine 'dil devrimi' adı verilmektedir.
   Her insan düşüncesini sözcükler arasında bağ kurarak oluşturduğu tümcelerle aktarır, bu açıdan bakınca Dil Devrimi aynı zamanda düşüncenin yenileşmesidir. "Dil Devrimi'nin gerçekleşmesini sağlayan etkenler, aynı zamanda onun amaçlarını ortaya koymaktadır. Uluslaşma etkeni dili yabancı öğelerden arındırma amacını, diğeri de kültür dili durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçların olumlu sonuçlar vermesi, ortaya çıkan ürünlerin toplumun malı olmasına bağlıdır. Devletin desteği olmaksızın dilde yapılan devrim, bireysel bir eylem olarak kalır; topluma mal olmaz. Dil Devrimi'nin hazırlık evresindeki çabalar, bunun en güzel örnekleridir. Türk Dil Devrimi'nin hazırlık evresi olarak nitelendirebileceğimiz ve Tanzimat Fermanı ile başlayan dönemdeki dili yalınlaştırma istemi toplumu kapsayamamıştır. Ancak, Cumhuriyet'ten sonra, 1932 yılında devletin öncülüğünde Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuyla dilde yapılan yenilikler, ulus çapında bir eylem olarak topluma mal olmaya başlayagelmiştir.    Türkçe, yapı bakımından çok varsıl bir dil olmakla birlikte, dünya üzerinde de hâlâ çok konuşulan bir dildir. Bu varsıllık her ne kadar içinde yabancı sözcükler bulundursa da, bu durum dilde hiçbir bozukluğa yol açmamıştır. Bunun nedeni de, Osmanlı'nın, zamanında barındırdığı azınlıkların olmasıdır. Çünkü bu nedenle dilde çok fazla yabancı "sözcük alış-verişleri" olmuştur.

KAYNAKÇA
AKSAN, Doğan, Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını, Bilgi, s. 68.
BÜYÜK KANTARCIOĞLU,Nalan, “Türkçe Sözcük Biçimlenmesinde Düzlemler ve Türetmeler”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, s. 81-94.
NİŞANYAN ,Sevan, Sözlerin Soyağacı, EK I: Türkçe Yapım Ekleri
 KORKMAZ,ZeynepTürkiye Türkçesi Grameri (Şekil Bilgisi), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2007, s. LXVII.
TUNA,Nedim Suna , Sümer ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi ve Türk Dilinin Yaşı Meselesi, Türk Dil Kurumu Yayınları
KARAHAN,Leyla, Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 1-2.
NEMETH, “Bulgaristan Türk Ağızlarının Sınıflandırılması Üzerine”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1981-1982, Ankara 1983, s. 119.




[1] Prof. Dr. Doğan Aksan, Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını, Bilgi, s. 68.
[2] Nalan Büyük Kantarcıoğlu, “Türkçe Sözcük Biçimlenmesinde Düzlemler ve Türetmeler”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, s. 81-94.
[3] Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, EK I: Türkçe Yapım Ekleri
[4]  Zeynep Korkmaz, Türkiye Türkçesi Grameri (Şekil Bilgisi), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2007, s. LXVII.
[5] a b c d e f g h i j k l m n Ses Değişikliği Geçiren Sözcüklerin Yazı Dilindeki Eski Şekilleri, Dr. Jale Öztürk
[6] Leylâ Karahan, Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 1-2.
[7] Leylâ Karahan, Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 57-58.
[8] Leylâ Karahan, Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 99-110.
[9]Leylâ Karahan, Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 116-157.
[10] Gyula Németh, “Bulgaristan Türk Ağızlarının Sınıflandırılması Üzerine”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1981-1982, Ankara 1983, s. 119.
[11]  Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını - Prof. Dr. Doğan Aksan - Bilgi - s.29