AHMET HAMDİ TANPINAR KİMDİR VE ŞİİR
HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
AYŞE ÖZEN
TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ 2/A
Ahmet Hamdi TANPINAR
(1901-1962) Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının şâir, hikâyeci, romancı,
edebiyat tarihçisi ve denemecisidir. O, geniş yelpazede eserler vermiş bir
sanatkârdır.
Şüphesiz onun en bariz vasfı,
kendisinin de kabûl ettiği gibi şâir olmasıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
şiirleri sayıca az olmakla birlikte, devrinin en güzel şiirlerinden olduğu
gerçeği münekkitlerce belirtilmiştir. Tanpınar'ın şiirleri üzerine geniş bir
incelemesi bulunan Mehmet KAPLAN bu konuda şunları söylemektedir: "Ahmet
Hamdi Tanpınar, bütün hayatı boyunca 'güzel' ve 'mükemmel' şiirler yazmayı düşünmüş,
sosyal fayda ve te'sîri mutlak surette reddetmiştir. Şiirlerinin estetik değer
bakımından ebedî bir değer taşımasını istemişti. Şiir üzerinde ömür boyunca
çalışmasına rağmen az eser yayınlamış olmasının sebebi budur. O, özlediği
mükemmeliyete ulaşmak için şiirlerini bir elmas yontucusu gibi durmadan yontmuştur."[1]
Tanpınar on üç yaşında iken
annesini Musul'da kaybeder. O yıllarda bu ölüm hâdisesinin Tanpınar üzerinde
derin tesiri olur. Aynı acıyı, daha önce yaşamış olan Ahmet Hâşim'in Şiir-i
Kamer'lerini okumaktadır. "Hâşim'in de ölen annesi için yazdığı bu
şiirler, genç Ahmet Hamdi'yi, bir kader birliği ile devrin bu meşhûr şâirine
bağlamıştır. Gençlik şiirlerinde Hâşim'in izleri bellidir."[2]
Paris'te uzun süre kalarak,
yeni fikirlerle "Eve Dönen" Yahya Kemâl'in öğrencisi olan Tanpınar,
ondan öğrendikleriyle şiir dilindeki titizliğe ve tarih görüşüne geniş ufuklar
açmıştır. Yahya Kemâl'in Tanpınar üzerindeki etkisi hayatının sonuna kadar
devam etmiştir.
1936'da Ankara'da yayımlanan
Ağaç dergisi etrafında toplanan sanatkârların oluşturduğu çevrede Tanpınar,
kendi şiirini bulur. "Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Kutsi Tecer'le
beraber şiirin kapalı, derin ve mistik dünyasını keşfederler."[3]
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, şiirde
hocası Yahya Kemâl'den ayrı bir tarafı vardır. Yahya Kemâl aşk ve tabiatla
birlikte, tarihi de şiirine sokmuştur. Tanpınar ise, dil ve mısra
mükemmelliğini aldığı Yahya Kemâl'in tarih görüşünü şiirlerinde değil,
nesirlerinde gösterecektir. O, şiirinde daha çok gençlik yıllarında sevdiği Ahmet
Hâşim'in izinden gidecektir. Yalnız bu izden bir defa uzaklaşarak Yahya
Kemâl'in yolunu dener. O da "Bursa'da Zaman" şiiriyle olur. Tanpınar,
bu şiirinde bütün bir tarih sevgisiyle vatan, musikî, mimarî, dîn gibi bize ait
olan değerlerin aşk ve estetik duygularıyla çok güzel bir sentezini yapar. Bu
tarzı da bir daha denemez. Mehmet Kaplan, onun bu çekingenliğini, Yahya Kemâl'i
aşamamak korkusuna bağlar. Tanpınar, "Şiirimde anlatamadıklarımı
romanlarımda anlatırım" der.
AHMET
HAMDI TANPINARIN ŞİİR HANKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
Muhteva
Bu bölümde şâirin muhtevada tem
olarak kullandığı unsurlar ile şiirde gaye ve mânâdan bahsedeceğiz.
Şiirde
Gaye
Şüphesiz ki her sanatkâr
meydana getirdiği veya getireceği eserlerinde bir gayeye ulaşmak ister.
Tanpınar'ın şiirleriyle ulaşmak istediği gaye, güzellik ve mükemmelliktir. O,
bunu amaçlarken şöyle söylemektedir: "Bugün sanat meseleleriyle yakından
alâkadar olmuş, bir zekâ için artık münakaşasına imkân görülmeyen hakikatlerden
biri de şiirin her türlü menfaat endişesinden uzak, gayesini yalnız kendinde
bulan bir mükemmeliyet olmasıdır."[4]
Tanpınar, şiirde gayenin, bir
fikrin veya ideolojinin borazanı olmaması gerektiğini savunur. İdeolojilerin
emrinde olan bir şiir; kendi döneminde belki tutulabilir. Ama gelecek zamana,
ebediyete ulaşamaz. Böyle şiirler gerçek şiir olamazlar. "Halbuki hakikî
şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur.
Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan
beklenebilecek yegâne şey, bizde bediî alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî
taraflarıyla gündelik endişeleriyle münasebettâr olmayan saf bir alâka
uyandırmasıdır. Bu, belki anî bir cehtle kendini bulan ruhun, insandaki ezelî
hakikatle temasından doğan bir konuşmadır; belki güzellik dediğimiz idealle bir
lahza baş başa kalmanın verdiği mestîdir. Bu mânâda denebilir ki şiir ve
alelumûm sanat, ferdin en mutlak ve hür sûrette kendini idrâk ettiği
zirvedir."[5]
Tanpınar'a göre, Tanzimât'tan
beri iki sanat zihniyeti memleketimizde karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi,
asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsulüdür. Bu zihniyet ister ki
sanat sadece güzellik peşinde koşsun, güzel denilen şeyi de şiirin kendi
imkânları içinde arasın. Bu anlayış batıdan gelen cereyanlar ile beslenmiştir.
İkinci zihniyet şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti olmasını,
onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını atılmağa hazırlandığı büyük
hedeflere hazırlamasını ister. Nâmık Kemâl, son devirlerinde Fikret, Âkif,
Mehmet Emin, Nâzım Hikmet bu ikinci telakkînin idare ettiği şâirler
olmuşlardır. "Bütün bu şiirler, bir tek noktada birleşirler: Günün ve
hayatın emirlerini sanatın üstünde tutmak."[6]
Ancak Tanpınar, bu ikinci
zihniyete itibar etmemiş, kendisi Ahmet Hâşim gibi "saf şiir"
iklîminde gezinmiştir.
Şiirde Mânâ
Tanpınar, şiirde mânânın kapalı
olmasından yana tavır koyan sanatkârlardan biridir. Onun şiirlerinde rüyânın,
musikînin hayâllerin, zamanın ve diğer temlerin fazla muğlak kullanılması,
şâirin ne anlatmak istediğini bulma yönünde okuyucuyu zorlamaktadır. Kullandığı
imaj ve kelimeler zaman zaman okuyucuyu adetâ rüyâ hâline sokar, bu rüyâ
hâlinden eşyaya ve tabiata baktırır. "Kelime, şiire üstündeki mânâyı,
delâlet ettiği gizli ve âşikâr âlemi, yani yaşayan canlı bir kıymeti de
beraberinde getirir. Bu suretle bu sanatta kendiliğinden mânâ denen bir hâl
teşekkül eder."[7]
Her kelimenin yüklendiği mânâ,
şiirdeki kullanılış biçimine göre değişmektedir. Muhteva, şekil, kafiye, vezin
kelimenin şiir içindeki anlamına yön veren unsurlardır. "Kelime, şiire büsbütün
başka hususiyetlerin için girer. O artık şiirde yalnız kâmusta falan veya filan
mânâların sahibi olan kelime değil, bir hâlet-i rûhiyyenin malzemesini kendinde
bulmuş olduğu bir sanat malzemesidir ki, içine gireceği terkipte kemiyeti ile
beraber keyfiyetini de kullanacaktır. Âhengi, telkîn kudreti, ses şekli, rengi
ile o, sanatın nizamında, kâh bir ham boya parçası, kâh renkli bir mozayik taşı
ve kâh bir ses ve çok defa bütün bunların hepsi birden olacaktır."[8]
Tanpınar'a
göre şiir, tesirini konuşma ve nesir gibi mânâ ve vuzûh ile yapmaz. Şiirde mânâ
vardır, fakat bu mânâ nesrin ve konuşmanın mânâsı değildir; asıl kıymet de onda
değil, şiirin manevî benliğini yapan havasındadır. Mânâ bu havaya, tıpkı ses
ile melodi gibi refâkat eder. "Şiirdeki bu mânâ sadece söz veya nesirde
ancak talî ve tezyinî bir kuvvet mahiyetinde kullanılan imajların bir birini
takibinden ibarettir."[9]
Ona göre, bütün kuvvetini mükemmeliyetini doğuran her şeyi sanatın lisânından
alan bu havanın kelime ile, imajla olan münasebeti bir peyzajın veya bir odanın
ışıkla olan münasebeti gibidir. Ufak bir ışık değişikliği eşyayı bir gölge, bir
vehim, bazen bir korku hâline indirir, buûtları değiştirirse, bu hava da kelime
ve imajların üzerine öylece tesir eder. "Şiir de böyledir. Onu yapan
havayı kaldırınız, elinizde lûgata iâdesini bekleyen bir yığın kelime ile
birkaç hayâl kırıntısı kalır. Asıl olan bu hava, sanatkârdaki rûhî vaziyetin
lisâna naklinden başka bir şey değildir ve bunu yapan da sanatın nizamı ve
sanatkârın çalışma kudretidir."[10]
Şekil
Tanpınar, şiirde şekle son
derece önem veren bir şâirdir. Ona göre şekil ve muhteva, tâ şiirin
başlangıcından itibaren herhangi bir ayrılığı kabul etmeyen bir tek mevcuttur.
Şiir, bir şekil meselesidir. Tanpınar, hocası Yahya Kemâl'den şekil
mükemmelliğini öğrenen adamdır. Kendisi de, onun gibi şiirler üzerinde uzun
süre çalışmış ve az şiir yazmıştır. O, şeklin kendisini kısıtlamadığını,
bilâkis bu oyuna riâyet etmekle daha mükemmele ulaştığını söyler. "Şekle
inanıyorum, çünkü kurduğu zarûretler ve getirdiği zorluklarla o, bana, kendimi
tahakkuk ettirmek imkânını veriyor. Onu ararken kendimi buluyorum. O beni
ayıklıyor, temizliyor ve derinleştiriyor. O, benim hareket sahamdır, bu üç veya
dört kıta içinde ben, muharebelerimi veriyor, zaferlerimi kazanıyor ve
ricatlerimi idâre ediyorum. Ve her defasında çok esaslı bir şeyi, bir oyuna
riâyet etmeyi öğreniyorum. Sözümü başkalarının sözünden ve sükûtumu başkalarının
sükûtundan ayıran odur."[11]
Tanpınar'da şekil her şeyden
evvel, dilin vezin ve kafiye ile yoğrulmasıdır. Vezin, kafiye ve şiire ait
diğer unsurlar, sanatkârda yavaş yavaş şahsî bir teknik hâline gelirler.
Böylece dile, sanatkârın kendi sesi, benliği, iç hayatı ve tecrübesi birlikte
girer. Buna muvaffak olan şâir, mısra teşekkülünü sağlamış olur.
Tanpınar,
şiirin şekli için vezin ve kafiyeye ihtiyaç olduğunu savunur. Şimdi form için
gerekli olan vezin ve kafiye bahsine geçebiliriz.
Vezin
Ahmet Hamdi Tanpınar,
şiirlerinde vezne büyük önem vermiş ve onun ses ve müzikalitesinden (musikîsi)
büyük ölçüde faydalanmıştır. O, şiirlerinde vezin olarak heceyi tercîh
etmiştir. Serbest vezinli şiirler de yazmıştır, ancak onlar, dikkate alınacak
kadar yekûn teşkîl etmezler.
Tanpınar
vezni, oyunun şartı olarak kabul eder. O, geleneğe bağlı bir şâirdir.
Kendisini, şekillerin ve kâidelerin içinde daha emniyette hisseder. Böylece
daha şahsî olacağı kanaatini taşır. "Bir veznin etrafında başlayan o ilk
mısra, onun içimizde kımıldanışı, o veznin, yani sesin birden size ait bir
'rytme' oluşu, onu benimseyerek emrine girmeniz. Kafiyelerin tuttuğu ışıkta,
onların uyandırdığı dikkatle adım adım yürüyüşünüz... Birden dilin içine
düşersiniz. Her kelimeyi ayrı ayrı bulmak, ayırmak, bir biri ile kaynaştırmak
lâzımdır. Yavaş yavaş kıtalar veya büyük ritm cümleleri başlar... Bu başlama,
bu yürüyüş, bu bitişte şiirin sırrı teşekkül eder."[12]
Tanpınar,
vezne karşı çıkan sanatkârları da eleştirir. Veznin, şâirin hareket alanını
kısıtladığına da inanmaz. Ona göre vezin, ibdânın zarûretlerindendir, sanatın
nizâmından vazgeçirtecek sebepler olamazlar. O, Orhan Veli ile başlayan
"Garip" akımına da heves etmemiştir. Onları, şöyle eleştirmiştir:
"Bugünkü şiirimizin bence en büyük meselesi, gençlerin vezni büsbütün
bırakmış görünmeleridir. Şiir, bir milletin öz malıdır, hangi şekilde olursa
olsun dilin çiçeğidir ve herkesin malı olan bir ölçü ister. Fransız ve İngiliz
şiiri çok yenileşti, çok değişti. Fakat vezni ve klâsik mısra'ı büsbütün
bırakmadı. Biz evvelâ aruzu bıraktık, sonra heceye sırt çevirdik, vezinsiz mi
kalacağız."[13]
Gençlerin vezinsiz ve kafiyesiz
şiire gitmelerinin yenilik ihtiyacından değil kolaylığa kaçmaları teşebbüsünden
kaynaklandığını belirtir. Ona göre insan, oyunun şartlarını kabul ederek de
yeni şiirler ortaya koyabilir. Tanpınar, aruz veznini şiirlerinde
kullanmamıştır. Ancak hocası Yahya Kemâl'in, aruz vezni ile yazdığı güzel şiirleri
her zaman beğenmiş, kendisi hece vezni ile aruz âhengini yakalamağa
çalışmıştır. Bunda da başarılı olduğu söylenebilir. Yahya Kemâl'in aruzla şiir
yazılmadığı dönemde başarılı olmasını ve sevilmesini ise şöyle anlatır:
"Yahya Kemal'in halkımız ve münevverimiz tarafından o kadar sevilmesinin
sebebi, sanatta ve düşüncesinde hâlis olmasıdır. O, gidilecek yolu, yapılacak
şeyi en genç yaşında bulmuş ve bir daha bırakmamıştır. Bütün edebiyatımızda
üstünde münakaşa edilemeyecek tek insan odur. Aruz kullanmasına gelince, sadece
bütün bir devrin modasına karşı gelen bu ısrarı bile büyük bir kuvvettir. Aruz
onun elinde millî bir vezin olmuştur."[14]
Hece
vezni ile gerçekten güzel şiirler yazan Tanpınar'ı, talebesi Mehmet Kaplan,
hececiler arasından bir tek ismin seçilmesi hâlinde yine onu, yani Tanpınar'ı
seçeceğini bilhassa ifade etmiştir. Tanpınar'ın muassırı olan diğer büyük hece
şâirleri ise Necip Fâzıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dranas ve
Cahit Sıtkı Tarancı'dır.
Kafiye
Kafiye de vezin gibi, Tanpınar'da
ritim ve musikî unsurudur. Şekle önem veren Tanpınar, vezinle birlikte
kafiyenin de kullanılmasından yanadır. Şüphesiz o, şiirleri içerisinde
kullandığı kafiyeleri, ilk yazdığı gibi bırakmamış, üzerinde uzun ve yorucu
çalışmalar yapmıştır. Bu yüzden şiirine kafiye olan kelimelerin, iyi
seçildikleri göze çarpmaktadır.
Bir evvelki vezin bahsinde
belirttiğimiz gibi, Tanpınar için şiir, bir şekil meselesidir. O, bu konuda
şunları söyler: "Şekil, her şeyden evvel dilin vezin ve kafiye ile
yoğrulmasıdır. Vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde
şahsî bir teknik hâline gelirler.”[15]
O,
Valery'nin şâirde kulağın daima uyanık bulunması tavsiyesine de katılır.
Şiirlerindeki vezin ve kafiyeler, kulağa hoş gelir, adetâ musikî âhengi verirler.
Tanpınar, şiirlerinde umumiyetle tam kafiyeleri kullanır, yarım ve zengin
kafiyeler biraz daha az kullanılmıştır. Rediflerden de âhengi temin maksadıyla
istifâde etmiştir. Şiirlerinde tok sesli kafiyeler fazlaca yer alır. O, kendi
yaşadığı dönemde vezne ve kafiyeye lâkayt davrananları tasvip etmemiştir. Bunun
sebebini, sanatkârların hürriyet aşkına bağlar. Bu tür sanatkârların şekil
unsurlarının-bilhassa vezin ve kafiye-onları rahat hareket etmede
kısıtladığına, esarette tutan bir zincir olduğuna da hak vermemiştir. Vezin ve
kafiyenin muayyen şekillerinin ihmâli yüzünden dayanıksız eserler doğduğunu
söyleyen Tanpınar; Valery'nin de şu cümlesini hatırlatmadan geçemez: "Her
hayvan ölür. Fakat ölenler içinde iskeletsiz hayvanlar hem az yaşarlar hem de
çok daha çabuk kaybolurlar."[16]
Bu sözden de anlaşılacağı gibi o, şekilci bir şâirdir.
Dil ve Üslȗp
Dil
Şiirin en önemli malzemesi
şüphesiz ki dildir. Her sanatkâr, içerisinde yaşadığı cemiyetin dilini
kullanarak sanatını icrâ eder. Böylece hem dil yeni anlamlar kazanarak
gelişirken, sanatkârda kendi varlığını ve sanatını dil yordamıyla ortaya koymuş
olur.
Şiiri
diğer güzel sanatlardan ayıran da, bu "dil"dir. Diğer sanatlar
kendilerine has maddelerle icrâ edilirken, şiir doğrudan doğruya umuma ait olan
ve onun ihtiyaçlarından doğan lisandan gücünü alır. Dilin en önemli vazifesi,
insanlar arasında anlaşmayı sağlamasıdır. O, muayyen ihtiyaçlardan doğmuş,
onların genişlemesiyle tekâmül etmiş bir vasıtadır. Tanpınar, dil hakkında
şunları söyler: "Yalnız şiirdir ki yazıldığı lisânın malıdır. O lisânda
okunmak şartıyla güzelliklerine sahiptir, vardır. Çünkü şiir dilin özüdür,
kokusudur, lezzetidir, musikî kabiliyetidir, yahut bunlardan doğan hususî bir
şekildir."[17]
Tercüme ile sevilen olmadığını
belirten Tanpınar, bazı şâirlerin yaşadıkları devirlerde kendi dillerinin
hudutları aşmalarını da, onların yazmış olduğu şiir dilinin tanınmasına bağlar.
Ona göre en büyük dünya ölçüsü de, dilin kendi millî karakterini ortaya
koymasıdır. "Bir milletin dili olmaktan daha büyük dünya ölçüsü
yoktur"[18]
der.
Tanpınar için şiir dili,
plastik bir şeydir. O, şiir dilinin müzikalite sağlamasını, göze ve kulağa ait
bütün unsurların form endişesiyle kullanılarak, plastik madde gibi
yoğrulmasını, konuşma lisanından ayrılmasını ister.
Şiir, tek millî sanattır. Onun
vasıtası da millî dildir. O, dilin önemini vurgularken yaşadığı memleketin
dışında şöhret yapan tek şâirin bile olmadığını söyler. Hiçbir millet, büyük
bir şâirini başka bir milletin yardımıyla tanımamıştır. Şiirde şöhret, yerinde teşekkül
eder. "Şiir, bir iç kale sanatıdır. Çünkü dil, vasıta olarak değil,
malzeme ve nesiç olarak kullanıldığı zaman milletin iç kalesidir. Böyle
alınınca, bir milletin insanının, tarihinin, kültürünün ta kendisidir,
köpüğüdür, çiçeğidir, tacıdır. Onunla yapılan sanat, bir iç kale sanatı olur.
Zaferlerini yavaş yavaş oradan yapar. Şâirin Roma'sı kartallarını zamanla
surlarının dışına çıkarır."[19]
Tanpınar'a göre, bize dilimizin
kapısını açan Yahya Kemâl'dir. Kendisi de onun izinden yürümüş ve dilde
mükemmeliyete gitmiştir. Nâzım Hikmet'in de Yahya Kemâl'den sonra en dikkate
değer dil makinesini kuranlardan birisi olduğunu söyleyerek ihmal edilmemesi
gerektiğini savunur.
Devrinde gençlerin iki büyük
maden bulduğunu, bunların halkın dili ve halkın kendisi olduğunu söyleyen şâir,
bu gençlerin şiiri ve sanatı ihmal ettiklerini ifade eder.
Dilin en mühim unsuru
kelimelerdir. Bir dilin kelime sayısının fazlalığı o dilin işlenmişliğini ve
zenginliğini gösterirken; şâirlerin kelime kadrolarının zengin olması da onların
değerini artıran kıymet hükümleridir. Tanpınar, kelimeler konusunda: "Hiç
kimse başı veya sonu şöyle olan kelimeler şiire giremez dediği gibi, bunun için
umumî istatistik de yapılmamıştır. Fakat bu, hemen her lisânda, sanatın
nizamında yer almamış binlerce kelimenin mevcûdiyetini men etmez... Kelime,
şiire büsbütün başka hususiyetleri için girer. O, artık şiirde yalnız kâmusta
mevcut falan veya filan mânâların sahibi olan kelime değil, bir hâlet-i
rûhiyenin malzemesini kendinde bulmuş olduğu bir sanat malzemesidir."[20]
Şiirin
malzemesi dil olduğu için, hudutları diğer sanatlara göre daha dardır. Bu
yüzden sanatkâr, en iyiyi ortaya koymak için kelimelerle daha çok mücadele
etmek zorundadır. İşte bu cehdi gösteren Tanpınar da, Yahya Kemâl gibi,
"Türkçe ağzımda annemin sütü gibidir" düstûrundan hareketle,
kelimeler üzerinde kuyumcu titizliğiyle durmuş, iyi işlenmiş bir şiir dili
oluşturmuştur.
Üslȗp
Tanpınar, şiirlerinden de
anlaşılacağı üzere üslûpçu bir şâirdir. O, şiirlerinin mükemmel olmasını
istemiş ve onlar üzerinde yorucu çalışmalarda bulunmuştur.
Tanpınar'ın üslûp
özelliklerinden biri, -ve en önemlisi- göz önünde renkli bir tablo veya hayal
âlemi vücûda getirerek bunların müşahhaslık kazanmalarıdır. O, bunu yaparken
musikînin ve rüyânın etkileyici gücünden yararlanır. Şâir, gençlik şiirlerinde
santimantal ve hüzünlü bir atmosfer altında kalır. Bunun sebebi kuvvetle tesiri
altında kaldığı Ahmet Hâşim ve çok sevdiği annesinin ölümüdür. Mehmet Kaplan,
bu dönem şiirleri için şu yorumda bulunur: "Şâir, Mütâreke devrinin
mahsûlü olan şiirlerinde, dış âlemi de, benimsediği santimantal hassasiyet
tarzının arkasından seyreder. Antalya'nın ithâf ettiği 'Sonbahar' şiirinde tam
bir santimantalizm hakimdir."[21]
Tanpınar'da ölüm, sanat, kadın,
ebediyet, rüyâ, musikî bir birleriyle alâkalı olarak onun eserlerinde iç içe
yerleşmiş ve mühim bir yer tutmuştur.
Tanpınar, gençlik şiirlerinden
sonraki dönemde dış dünyayı dışarıdan seyretmiş ve eserlerinde onun kendisi
üzerinde bıraktığı intibâları anlatmıştır. Merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın
dediği gibi, "Valery'nin şiirine esas itibariyle hareket, Tanpınar'ınkine
ise seyir ve temâşâ (contemplation) hâkimdir."[22]
Tanpınar'ı,
ilk şiirlerine hâkim olan aşırı duyarlılıktan (sensualite) kurtaran, Valery'nin
tesiriyle, kendisinde bulduğu yeni estetik zevk olmuştur. Böylece şâir, hem dış
tabiata hem de iç âlemine daha objektif bakmış ve 'pittoresk' bir anlayışa
yönelmiştir. Mehmet Kaplan, bu anlayıştan yola çıkarak onun şiirlerini üç
bölümde tasnif etmiştir:[23]
Dış âlemi tâsvir eden şiirler
Tanpınar'da tam mânâsıyla
'parnesyen' denilebilecek objektif şiir yoktur. Bu devreden objektif tabloya en
çok yaklaşan şiir, 'Sabah' şiiridir. Burada resim ve heykele yaklaşan bir
plâstiklik ve objektiflik vardır. Şairin Şiirler isimli kitabında sadece göze
hitap eden şiirler daha fazladır. "Uyanma", "Deniz
Ufkunda", "Sabaha Karşı", "Gezinti", "Her Şey
Yerli Yerinde", "Mavi Mavi İdi Gökyüzü", "Bursa'da
Zaman", "Deniz", "Akşam" şiirleri dış âleme ait varlık
veya manzaraları tasvîr etmeleri bakımından bu gruba dâhil edilebilirler. Fakat
şâir, bunlarda da objeleri imajlar vasıtasıyla değiştirmek suretiyle sembolik
hâle sokar.
Tanpınar'ın ruhu, bütün
şiirlerinde, rüyâlarında ve hayâllerinde dahi dış âlemde, geniş mekânda yaşar.
Şâir, nadir olarak kapalı mekân tasvîri yapar.
Ruh hâllerini imajlar ve
sembollerle anlatan şiirler
Bu bölüme giren şiirlere en
güzel örnek 'Gül' şiiridir. Baştan sona gülün şâirde uyandırdığı imajlardan
mürekkeptir. Burada her imaj, gülü bir duygu veya düşüncenin sembolü hâline
koyar. 'Raks' şiiri de baştan sona raksı değiştiren, onun mânâsını araştıran ve
ifade eden imajlarla doludur. Tanpınar'ın hemen hemen bütün şiirlerinde, dış
âleme ait objeler, mâhiyet ve mânâ değiştirirler.
Serbest imajlara dayanan
şiirler
Tanpınar, Antalya Lisesi'ndeki
genç kıza gönderdiği mektubunda estetiğini "musikî ve rüyâ" formülü
ile özetlemiştir. "Rüyâ" kelimesine, hem dış hem de iç âleme ait
imajlar; "musikî"ye de her ân değişme mânâsını vermek şartıyla
çeşitli duygu ve hayâlleri çağrıştırması onun önemli özelliğinden biri
olmuştur.
Tanpınar,
tabiatın sır dolu havasını görüntüler arasında vermek suretiyle izlenimcilere
ve sembolistlere yaklaşmıştır. O, kapalı âlemler şeklinde yazmak istediği
şiirinde sayısız mecazlara, semboller ve soyutlamalara yer verir. Daha çok
siyah-beyaz tezadı üzerine kurulu bir resim görüşü ile tablolar yapmıştır. Söz
gelişi: Sessizlik kavramı, "Güvercin Bakışlı" şeklinde anılmış; zaman
ise "Bir yavru kuş gibi kayalardan doğmuş, bir rüyâdan kapmış gibi
bembeyaz, veya "Billûr bir âvize" hâlinde tasarlanmıştır. Ayrıca
tutuşmuş mercan rüyâsı, güvercin kanadının köpükten yapısı, kanlar içinde
çırpınan güneş, yıldız kervanı, gül yangını, mücevher kanatlı kuşlar gibi renkli
imajlar onda çokça bulunmaktadır.
Tanpınar, mısraya çok önem
vermiş, Valery'yi bu konuda örnek almış ve bu konuda "Bir mısra tek başına
bütün bir cihan olması lâzım gelen şeydir"[24]
demiştir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz
ki, Tanpınar, üslûba büyük önem vermiş bir sanatkârdır. O, her şiirinde değişik
imaj ve semboller kullanarak okuyucuya güzel şiirler sunabilmiş ender
sanatkârlardandır. Şekle önem vermesi, dil güzelliğini araması, muhtevayı iyi
seçmesi onun üslûbunun başlıca özelliğini verir. Onun üslûpçu olmasının
ardında, şüphesiz Batı'dan gelen tesirler de vardır.[25]
SONUÇ
Ahmet Hamdi Tanpınar,
Cumhuriyet Devri Türk şiirine damgasına vurmuş sanatkârlardandır. O, sadece
şâir olarak değil, hikâyeci, romancı, denemeci, edebiyat araştırıcısı olarak da
güzel eserler ortaya koymuştur.
Şiirlerini -son şiirlerini
saymazsak- hece vezni ile yazmış ve bunda da kanaâtimizce başarılı olmuştur.
Şekle ve şiir diline önem veren Bursa'da Zaman şâiri, bu anlayışını sonuna
kadar devam ettirmiş ve edebiyat tarihimize iyi işlenmiş, pittoresk şiirler
hediye etmiştir.
O, şiiri bir gâyeye, amaca,
politik ve ideolojik fikirlere âlet etmemiş, güzelliği şiirin kendi bünyesinde
aramıştır. Bu anlayışı ile o, "saf şiir" peşinde olan Ahmet Hâşim'e
yaklaşmıştır. Çocukluğundan itibaren tesiri altında kaldığı bu şâir, onda
santimantal bir hava yaratmıştır.
Tanpınar'ın şiir estetiğini
"rüyâ ve musikî" oluşturur. O, şiirlerinde her hangi bir duygu ve
düşünceyi, rüyâ ve musikî vasıtasıyla gün ışığına çıkarır.
Şiirlerinin güzel ve mükemmel
olmasını isteyen Tanpınar, sosyal fayda ve tesiri de mutlak surette
reddetmiştir. Tabiat, onun şiirlerinde karşısına geçilip seyredilen bir obje
mâhiyetini almıştır. Bu anlayışı ile o, emprestyonistlere yaklaşır.
Tanpınar, şiirlerinde
anlatamadığı duygu ve düşüncelerini romanlarında anlatmıştır. Onun şiirlerinde
olduğu kadar, romanlarında da resme has tasvîrler vardır. Özellikle 'Huzur' bu
meyanda ele alınabilecek bir romandır. Romanın kahramanı Mümtaz, Ahmet Hamdi'yi
temsil etmektedir.
Tanpınar, şiirlerine ve
romanlarına kendi hayatından parçalar sıkıştırmıştır. Ancak bunları yaparken,
onlar üzerinde değişiklikler de yapmaktan kaçınmamıştır.
Kaplan'ın deyişiyle o, hece şâirlerinin
yıldızlarından biri, belki de birincisidir.
KAYNAKÇA
Kabaklı, Ahmet (1990), Türk
Edebiyatı, C. III, T.E.V. Yay., İstanbul.
Kaplan, Mehmet (1994), Şiir
Tahlilleri II, Dergâh yay., İstanbul.
Kaplan, Mehmet (1982), Tanpınar'ın
Şiir Dünyası, Dergâh yay., İstanbul.
Okay, Orhan (1991), Kültür
ve Edebiyatımızdan, Akçağ Yay., Ankara.
Okay, Orhan (1990), Sanat ve
Edebiyat Yazıları, Dergâh Yay., İstanbul.
Oktay, Ahmet (1993), Cumhuriyet
Dönemi Edebiyatı (1923-1950), Kültür Bak. Yay., Ankara.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1988), 19'uncu
Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kit., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1989), Bütün
Şiirleri, Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1995), Edebiyat
Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1992), Tanpınar'ın
Mektupları, (Haz. Zeynep Kerman), Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1995), Yahya
Kemal, Dergâh Yay., İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1996), Yaşadığım Gibi, (Haz.
Birol Emil), Dergâh Yay., İstanbul.
[1] Mehmet
Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, s.237.
[2] Orhan
Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, s.216.
[3]A.g.e.,
s.216.
[4]
Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,s.13.
[5] A.g.e.,
s.14.
[6] A.g.e.,
s.27.
[7] A.g.e.,
s.14.
[8] A.g.e.
[9] A.g.e.,
s.19.
[10] A.g.e.,
s.20
[11]
Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.26.
[12]
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.316.
[13] A.g.e.
, s.312-313
[14] A.g.e.
, s.298
[15] Mehmet
Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, S.259.
[16] Ahmet
Kabaklı, Türk Edebiyatı, C.3 s.508
[17] Ahmet
Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.38.
[18] A.g.e.
s.41.
[19] A.g.e.
s.40.
[20] A.g.e.
s.18
[21] Mehmet
Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, s.30.
[22] A.g.e.
s.94
[23] Bkz.
Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası
[24] Bkz.
Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası
[25] Ahmet
Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.336.